Sonbahar, Bahar mı Gerçekten Baba?

Bu işte bir tuhaflık var. Hüzün var, hazan var, kızaran, sararan yapraklar, solan çiçekler var. Eylül’ün on ikisi var! Gülten Akın’ın her okuduğumda boğazımda yumru gibi bir acı bırakan “Büyü de baban sana / büyü de büyü / büyüyüp de on yedine geldiğinde baban sana / idamlar alacak.” şiiri var! Soğuk ve karanlık zindanlardan yükselen çığlıklar var. Var oğlu var!

Biten yaz aşkları, açılan okullar, kırılan kalpler, serin geceler, kapına dayanması an meselesi olan kışın kasveti, hepsi kullanılmış izin günleri, tatillerden geriye kalmış biletler, bitirilememiş güneş kremlerinin kapağına saklanmış kumlar… Çıkılan tatilin bütün kış ödenecek kredileri, taksitleri… Bir de böyle ufak tefek dertler var ama onlar da var. Bu işte bir yanlışlık var baba, sonbahar gerçekten bahar mı? Peki, sen de bana idamlar, yokluklar, kelepçeler alacak mısın günün birinde?

Sonbaharın fotoğrafını çek deseler gider acıyı çekerim. Ayrılığın her türlüsünü, valizin dibinde kalmış, güneşten rengi solmuş plaj terliğinin yalnızlığını, avucumun içinde çıtırdayarak kırılan her bir yaprağın sesini çekerim. Kırılan her şeyin fotoğrafını çekerim baba, en çok da avuç içimde atan şu kalbimin…

Mesela ona desem ki;

Ayrılmak için bir yer beğen, başka türlü gidemem buralardan. Sıkışır kalırım şimdiki zamana, huyum bu! Geçmiş zaman olamayacak kadar tutkulu, gelecek zaman olamayacak kadar yorgunum. Belki “miş”li geçiyordur zaman buralarda, yine de sen ayrılmak için bir yer beğen.

Havaalanları bencildir, el sıkışarak ayrılınır orada, yalandan sarılınır belki… Giden hemen ulaşır gideceği yere… İsterse kuş gibi gelebilir bir daha inancı, ayrılığı bile ayrılık gibi yaşatmaz havaalanında. Tam bir şehirlidir bu yüzden. Bencil, güçlü, kalabalık ve soğuk… Beni aklına güzel kazıyabilmek için havaalanını unut!

Otobüs garları vıcık vıcık olur, o da olmaz! Oradaki ayrılıklar telaşlıdır, asker uğurlamasının seslerine karışır son sözlerim. Şiveli bir sese takılır aklım uçar gider yanımızdan. Kalabalık, duvar dibine çömelip tütün sarılan bir yerde vedalaşma benimle. Taşralıdır otobüs terminalleri, Anadolu’nun haritada yerini bile bilmediğim şehirleri gibidir. Tozludur; zeminine zift gibi asfalt da dökseler, şıkır şıkır terminaller de dikseler tozlu görünürler hep.

Liman vedalaşmalarını Amerikan filmlerinden bilirim ancak. Savaş filmlerinden! İnsan öldürmeye gideceklerin kanlı aşklarıyla sarılma bana!

Tren garı diyeceğimi en başından biliyordun. Senin de gözünün önüne o ıssız garın soluk fotoğrafı mı geldi? Kulağına trenin çığlığı çalındı mı? Raylardan önce yavaş yavaş sonra hızlanarak giden trenin sesini kalbin atışına benzettin mi? Beni yolcu et. Sonra otur oradaki boyası dökülmüş banka ve bir sigara yak uzaklaşan trene bakarken. İçinden tren geçen tüm kentleri, türküleri beni severmiş gibi sev. Beni sev. Tren garında yaşanma ihtimali olan bir ayrılığı sever gibi, incitmeden sev.

İçinden geçip trene binmek istiyorum, içinden geçip yol kenarındaki yalnız ama heybetli bir ağaca dönüşmek istiyorum. Çiçeğe, yaprağa durmak istiyorum ama bu sonbahar elimi kolumu bağlıyor! Çiçeklerim dökülüyor, yapraklarım kuruyor; kuruyorum içten içe sonsuz bir ölümün kasvetiyle. İçinden geçemiyorum, aç bana kapılarını! Yüzüne kapanmış bir kapının ağırlığını bilir misin sen? Sana bir daha açılmayacak bir kapının kapattığı her şeyin tanıdık ama uzak bir anıya dönüşmesini izledin mi kalbini acıtarak? Aç o kapıyı, nefes alamıyorum dışarıda! Beni bıraktığın o kapının dışına yabancıyım!

Bir anne sesi geliyor:

“Ne kadar dağıtmışsın buraları, topla çabuk!”

Ne kadar dağıtmışım aklımı, başladığım gibi gitmiyor hiçbir şey, başladığım gibi bitmiyor. Aklımın kuytularına girmekten korkuyorum, bu yüzden alelacele etraftakileri toplayıp gideyim buradan. Başka bir kapı bulayım kendime, açılması için birkaç bin yıl bekleyeyim önünde…

Ne diyordum baba? Sonbahar… Sevmiyorum sonbaharı, bana gelirken biraz bahar getirir misin? Biberiye ekmiştim camın önündeki toprak saksıya. Akşamdan biraz zeytinyağına attığımız biberiye ile terbiyeleriz baharımızı, dolapta dinlendiririz. Yumuşacık olur.

Yüzüme kapanan kapıları yakalım bir gece baba, kış gelmeden.

Ayça Atçı