Yazılarımız
Ayça Atçı kimdir, önce oradan başlayalım dilerseniz.
-A. Ü. Turizm ve Otel İşletmeciliği mezunuyum, matematiğim çok kötü olmasına rağmen bir yanlışlık sonucu eşit ağırlıklı bir bölüm kazandım üniversitede. Oysa hayalim bambaşkaydı benim. Sonra büyüdüm ve hayallerimi bir bir gerçekleştirmeye başladım. Şimdiye kadar Kitapçı, Vagon ve Kafa, Kafkaokur gibi dergilerde yazılarım yayımlandı. Kendi adımla basılmış 4 yetişkin kitabım, mahlas kullanarak yayımlanmış 1 yetişkin kitabım ve bunların dışında yayımlanmış 31 çocuk kitabım, 4 adet de çocuklar için oyun kartım var.
Uzun yıllarca Megavizyon Mağazalarında kitapçılık ve yöneticilik yaptım, kitap tozunun hiç de destansı bir güzelliğe sahip olmadığını öğrendim ama kitapçılık yapmak eşsizdi; sekiz yıldır da Net Yayınlarında editör olarak çalışıyorum. Aynı zamanda Yaratıcı Yazarlık Atölyelerinde yazma yolculuğu üzerine anlatılar yapıyorum.
Son kitabım Kağıttan Gemiler, benim sürgün hikayem ve yolcuğumdur.
Hayalim bambaşkaydı dediniz, neydi hayaliniz?
-Kitapçıya girip kendi kitabımı satın almaktı en büyük çocukluk hayalim, lise yıllarında ise o dönemin en önemli edebiyat dergilerini takip eder, hayal kurardım. İstanbul’da yaşayacak, sürekli yazacaktım. İstanbul’da yaşıyorum, hala kitapçıya girdiğimde kendi kitabımı satın alıyorum, kasadan geçtikten sonra da o içimdeki ufaklığın elini tutuyorum. Her yazdığım kitabı, her hikayeyi o hayal kurmaktan asla vazgeçmeyen küçük kıza hediye ediyorum. “İyi ki kurdun o hayalleri küçüğüm,” diyorum; “ne güzel büyüttüm ben seni…” diyerek saçlarını okşuyorum o minik kızın. O hayal kurmaktan hiç vazgeçmedi diye ben, bugün olduğum her şeyim.
İnsan çocukluğunu sevmeli, hem ne farkı var ki çocukluğumuzun kendi çocuğumuzdan, öyle değil mi?
Peki, yetişkin kitapları yazarken aynı zamanda çocuk kitapları yazmak kafanızı karıştırmıyor mu? Çünkü romanlarınızda karanlığı yazıyorsunuz siz.
-Çocuk kitapları içimdeki küçük kız için. Hem düşünsenize, ben yazmazsam kim anlatır onca masalı bana?
Büyümek, karanlık tarafa geçmek değil mi zaten? İnsanın karanlığını görmek, bıçak sırtında yürümek değil mi? İkisi birbirinden çok farklı evet; ama böyle çok daha güzel. İçimdeki yetişkin Ayça’yı da küçük Ayça’yı da doyurmam lazım bir şekilde.
Klasik bir soru olacak ama neden yazıyorsunuz?
-Kendimi anlatmanın başka yolunu bilmediğimden… Bir de karakter yaratmak, hikâye kurmak o kadar baştan çıkarıcı ve eğlenceli ki bundan vazgeçemiyorum. Hatta karşımdaki insan yalan söylüyorsa, içimden; “Yanlış kurdun hikâyeyi, akışa ters,” diyorum; “Bak, şu şekilde kursan daha inandırıcı olacaktı hikayen…” Neyse ki bunları içimden söylüyorum.
İki hayat yaşıyorum; biri, yazılmışı oynadığım hayat ki burada herkes kendi hikayesinin kahramanı, diğeri ise benim yazdığım… Benim yazdığım her karakterde suretim olması da bundan. Başka türlü nasıl bir hayat yaşanır, inanın bilmiyorum. İşin özü; ölmekten korkuyorum ve yazmanın, iz bırakmanın ölümsüzlük iksiri olduğunu biliyorum.
Şimdi yazdığınız bir şey var mı?
-Yazdığım bir şey yok, üç farklı şey var. Yazar bir dostumla öykü kitabı hazırlıyoruz beraber, onun dışında ben bir roman yazıyorum ve yarım kalmış çok keyifli bir romanım var, ona ara ara dönüp bakıyorum. Bir de elimde baskıya hazır bir dosyam var, onun da günü gelsin diye bekliyorum. Şimdi soruya cevap verirken düşündüm de ben yaşamayı bir kenara bırakmışım aslında, yaşam yanımdan akıp gidiyor ve ben onu bir camın arkasından seyrederken yalnızca yazıyorum. Keşke biraz sakinleşebilsem ve biraz da hayata karışabilsem.
Yazmak lanetli bir yolculuk demiştiniz bir konuşmanızda, şimdi sizi daha iyi anladım sanırım.
-Yazmak yalnızlaştırır. Hayatı ıskalarsınız. Yazdığım bir kitap varken hayatım o kadar kalabalıklaşıyor ki nefes alamıyorum. Hikayesini yazdığım herkes, ayakkabılarıyla minicik evime doluşuyor. Yemek yerken, film izlerken, aşk acısı çekerken, arkadaşlarımla dışarı çıkmışken bile hep yanımdalar; kafamın içinde uğuldaşarak konuşuyorlar hiç susmadan.
Sonra bir gün kitap bitiyor. Geldikleri gibi gidiyorlar hem de sanki onca şeyi beraber yaşamamışız gibi. Başka evlere, başka insanlara gidiyorlar. O kitabı kim okursa ona yoldaşlık ediyorlar. Beni ne kadar yalnız bıraktıkları umurlarında bile olmuyor. İşte, tam olarak bu yüzden yazmak lanetli bir iş. Yapayalnız kalıyorum her kitabı bitirdiğimde. Gözümü kapatıp o yarattığım karakterleri çağırıyorum, çağırıyorum ama sesimi bir daha asla duymuyorlar. O zaman anlıyorum yalnızlığın simsiyah bir taş gibi insanın göğsüne oturduğunu.
Nasıl çalışıyorsunuz peki, bir tekniğiniz var mı? Mesela kitabın tamamını kurguluyor musunuz yazmadan?
-Kurguluyorum. Hatta unutmamak için kurguladığım her bölümü not alarak duvarlarıma yapıştırıyorum. Kitabın iskeleti çıktığında bölümlere ayırıyorum ve tam da romanın ortasından bir bölümü yazmaya başlıyorum. Yani benim tekniğim, yazdığım romanın en kilit yerini en başa iliştirmek. Havada asılı kalan bir bölümle başlıyor kitaplarım. Sonra asıl hikayeyi anlatmaya başlıyorum. Bir de henüz çok başlarındayken mutlaka sonunu yazıyorum. O tamamen benim sabırsızlığımla ilgili. Kitap okurken de henüz başlarındayken kitabın sonunu okurum ben. Sabırsızım, bekleyeyim, heyecanım yükselsin, sonunu merak edeyim diyemiyorum bir türlü. Kendimi bir türlü eğitemedim bu konuda.
Yazmak için hangi saatleri seçiyorsunuz ya da özel bir yerde mi yazıyorsunuz?
-İlk kitabımı yalnızca geceleri, şehre karanlık ve sessizlik çöktüğünde yazabiliyordum. Çünkü öyle olmalı sanıyordum. Ama sonra her yerde yazmaya başladım. Çünkü yazmaya başladığım an bambaşka bir hayata geçiyorum, paralel evren gibi… Bambaşka bir mekan, orada yaşanan hayatlar, insanlar, her şey… Olduğum yerden gidiyor ruhum ve yazdığım sahneyi izlemeye başlıyorum. Her şey çok gerçek, onlar gözümün önünde bir hayat yaşıyorlar, ben de gördüğüm kadarını, aklımda kalanını yazıyorum. Yerin de insanların da zamanın da bir önemi kalmıyor yazmaya başladığımda.
Yaratıcı yazarlığa dair birçok atölye yapılıyor, onlar hakkında ne düşünüyorsunuz? İlhama mı inanıyorsunuz, bilgiye mi?
-İlham, bu işi romantikleştiren bir kelime. Ben mantığa inanırım, gerçeğe… Siz ne kadar çalışırsanız o kadar kolay işler kaleminiz. Buna ilham demek isteyen ilham desin, ben çalışmak diyorum. O kadar kitap okumasam, filmlerin sonunu değiştirmesem, şarkılarda ruhum çekilmese nasıl yazardım ki? Çok okudum ben, çok okurum. İzlerim, dinlerim, gezerim. Taşlara dokunduğumda bile gözümü kapatıp hikayesini duymaya çalışırım.
Yaşamın her anı büyülü bir hikaye zaten. Atölyeler, bütün bu hikayeleri görmemizi sağlıyor. Başka türlü bakmayı, gördüğünüzü hissederek anlatmanızı sağlıyor. Keşke yolumun en başındayken bana birileri kılavuzluk etseydi, tek başıma, hata yapa yapa öğrendiğim her şeyi daha hızla öğrenirdim.
Yeteneğe inanırım ben ama geliştirilmemiş her yetenek körelir. Geliştirmenin yol haritasını çıkarıyor atölyeler. İlla finalde bir kitabınız olması olmamalı amaç; iyileşmek için, hayatı gerçekten görebilmek için yazmalı insan. Eşini, dostunu anlamak için yazmalı. Çünkü her yarattığınız karakterin yerine koyuyorsunuz kendinizi, bu size bir süre sonra öyle bir empati yeteneği veriyor ki yaşam başkalaşıyor o andan sonra.
Yani, yaşamı doğru okumak için yazmak gerekir.
Editörsünüz aynı zamanda, hem editör olmak hem de yazmak zor değil mi?
-Çatışma severim ben. Çatışmasam benden hikaye mi çıkar? Editör Ayça, romancı Ayça, masalcı Ayça, bunların hepsi okuyan Ayça için çalışıyor. Bunların hepsiydim zaten ben, editörlük en son eklenen; hepsi tamam dedikten sonra ona ne ki benim yazdıklarımdan. J
Çok teşekkür ederiz bu samimi sohbet için. Yeni kitaplarınızı ve atölyenizi merakla bekliyoruz.